Birine ölümcül elektrik şoku vermeniz emredilirse büyük ihtimalle bu emre itaat edersiniz. En azından istatistikler böyle söylüyor. İnanmıyorsanız, geçtiğimiz yıl bir Fransız TV kanalında yayınlanan Jeu de la Mort (Ölüm Oyunu) adlı programdan haberiniz yok demektir. Bilimkurgu filmlerini çağrıştıran bir ortamda coşkuyla tezahürat yapan seyirciler... Alımlı hostesin kışkırtmasıyla bir kapsülün içinde bekleyen, bedenine elektrodlar bağlanmış halde merhamet dilenen bir adama kontrol panelindeki kolları iterek elektrik veren yarışmacılar… Şaşırtıcı gelebilir ama yarışmacıların yüzde 80’i ölmek üzere olan adama elektrik vermeye devam ediyor. Tüm bu elektrik şoklarının ve acı içinde ölen adamın bir düzmece olduğu anlaşılıyor sonradan. Fakat elektrik şalterlerini kökleyen yarışmacılar o sıra bunu bilmiyor.
Söz konusu program, sosyal psikoloji uzmanı Stanley Milgram’ın 1961’de Yale Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği deneyin 21. yüzyıl sürümü sayılabilir. Bu deneyde, bilimci kılıklı biri deneklerden hafıza sorularına yanlış cevap veren “öğrencilere” giderek artan şiddette elektrik akımı vermelerini istiyordu. Deneklerin yüzde 63’ü sırf beyaz önlüklü birileri emir verdiği için birine 450 voltluk elektrik vermekte sakınca görmemişti. Milgram’ın deneyi, aklıselime uygun olmasa da otoriteye sorgusuz sualsiz itaat etme davranışımızı aydınlatıyor.
Bununla birlikte, deneklerden bazıları söyleneni yapmayı reddetmiş ve baskıya direnmiş; tıpkı Fransa’da yayınlanan programda olduğu gibi. Exeter Üniversitesi Sosyal ve Örgütsel Psikoloji Bölümü’nden Profesör Alex Haslam, “Bu tür hikâyeler sürü psikolojisine, körü körüne itaate örnek gösteriliyor” diyor, “Oysa bunu kanıtlamak için yapılan çalışmalara yakından bakınca karşıt sürecin varlığına ilişkin bulgulara da rastlıyorsunuz.”
ASİ RUHLAR
Peki, neden sadece bazılarımız baş kaldırmayı seçiyor? Doğrusu bu soruya verebilecek kapsamlı bir yanıt yok. Milgram’ın deneyleri özellikle emirlere itaat eden denekler üzerine kurulmuştu. Milgram deney görüntülerinden oluşan belgesel filmde otoriteye başkaldıranlara yer vermemişti. “Hayır” diyenlerin görüntüleri makaslanmıştı. Son zamanlarda yürütülen yeni bir çalışma özellikle bu “asi ruhları” mercek altına alıyor.
“Başkaldırı” olgusunu anlamak için bugünden daha uygun bir zaman olamazdı herhalde. Asi ruh şimdi İngiltere’deki üniversite harçları protestolarından Bangkok’daki isyan hareketlerine ya da 2009’daki genel seçimin ardından İran’da patlak veren “Twitter ayaklanması”na hemen her yerde.
Açık söyleyelim: İsyankârlık tek bir genin eseri değil. 5-HTT adlı genin bazı varyantlarının statüko karşıtlarını harekete geçirecek dürtüsel bir etki oluşturduğu düşünülüyor.
Davranışlarımızın çoğu, kişiliğimizi biçimlendiren unsurların ortak ürünü. Bu durumda içimizde “isyan geni” diye bir şeyin olmaması pek de şaşırtıcı değil. Psikologlara göre muhalif kişilik tepkisel olmanın yanısıra daha dışadönük, empatiye pek yanaşmıyor. Bunda birden fazla genin rolü olabilir. Kişiliklerimizin yalnızca içsel etkenlerle kendiliğinden biçimlenmemesi, konuyu daha da karıştırıyor.
Yetiştirilme tarzının etkisi büyük. Söz konusu “muhalif” olmaksa bu etki çok daha belirgin. Ebeveynlerinin dikkatini çekmek isteyen küçük kardeşlerin ağabeyleri ya da ablalarına göre kural tanımazlığa daha eğilimli olması, bunun en güzel örneği (bkz. Asi Doğanlar).
Bununla birlikte, Alex Haslam’a göre konuyu yalnızca kişilik ekseninde ele almak fazlasıyla yüzeysel olur: “Kişilik kadar, koşulların da kişiyi isyana sürüklediği kabul gören bir yaklaşım. Pek çok psikoloğa göre isyan, bu iki etken arasındaki etkileşimin ortak ürünü.”
ÖNCE VATANDAŞ, SONRA ANARŞİST
Haslam ve St. Andrews Üniversitesi’nden Prof. Steve Reicher, yakın geçmişte Milgram ve benzerlerinin yaptığı klasik çalışmalarla 2001’de BBC’nin işbirliğiyle gerçekleştirilen “hapishane deneyi”nden elde edilen verileri yeniden analiz etmeye girişti.
Haslam ve Reicher 15 deneğin mahkum ve gardiyan rolünü üstleneceği bir hapishane ortamı oluşturmuştu. Deneyin başında, mahkum rolündekilere içlerinden bazılarının dürüstlük ve inisiyatif becerilerine bakılarak gardiyanlığa terfi ettirileceği söylendi. İlk birkaç gün mahkumların kötü hapishane koşulları yüzünden mutsuz olduğu, ama bunları iyileştirmeye çabaladığı anlaşıldı.
Fakat üçüncü gün mahkumlara terfi hakkının ellerinden alındığı bildirildi. Buna tepki gecikmeden geldi. Önceleri nasıl daha uyumlu davranabileceklerini müzakere eden mahkumlar, bildirinin peşinden gardiyanlardan birini rehin alma planlarına başladı. Koşulların iyileşmesi için tek çare, kazan kaldırıp mevcut sistemi alaşağı etmekti.
Peki sonra ne oldu? Haslam ve Reicher, deneklerin psikometrik ölçümlerini inceledi ve mahkumların “vatandaşlık” düzeyinde (ya da deneydeki anlamıyla, ne pahasına olursa olsun sistemin düzgün biçimde işlemesine gösterilen gayretlerinde) belirgin bir düşüş olduğunu fark etti. Deney istatistiğinde değeri sabit olan vatandaşlık, terfi hakkı kaldırıldıktan sonra, ikinci ve beşinci gün arası yedi üzerinden 5,2’den 3,9’a düştü.
“Bu durum, değişen koşulların örnek vatandaşları potansiyel isyancılara dönüştürebildiğini gösteriyor” diyor Haslam. “Deneyde bunu yapısal değişim tetikledi. İnsanlara mevcut düzende herhangi bir ilerleme olmayacağını söylerseniz ortak bir tutumla sisteme başkaldırmaları çok muhtemel.”
Hapishane deneyi, içinde bulunduğumuz durumdan hoşnut olmasak da mevcut sosyal düzen içindeki gelişim umudumuz elimizden alınmadığı sürece kurallara uyduğumuzu, kendi düzenimizi kurmak için harekete geçmediğimizi ileri sürüyor.
İSYAN AĞI
Bir diğer test sonucu, mahkumların gün geçtikçe kendilerini gardiyanlara karşı ayrı bir grup olarak kabul ettiğini söylüyor. İlk iki gün ortalama yedide 0,5 düzeyindeki “sosyal kimlik” değeri, yani her mahkumun kendini diğer mahkumlarla özdeşleştirme düzeyi, terfi hakkının kaldırılmasından sonra 2,1’e çıkıyor. Bu özdeşleştirmeyle mahkumlar gardiyanlara meydan okuma cesareti, dayanışma gücü kazanıyor. “Biz” ve “onlar” hizipleşmesi başlıyor.
“Deney sayesinde herkesin gözden kaçırdığı asıl önemli şeyin direnç olduğunu fark ettik. Bu da bizi Milgram’a dönüp ‘baksana, burada itaat olduğu kadar kadar direnç de var’ demeye sevketti” diyor Haslam.
Milgram’ın deneylerine ilişkin bazı sonuçlar şimdiye dek açıklanmadı. Deneyin hassas doğası gereği 2038’e kadar da açıklanmayacak. Ancak Haslam ve Reicher’e göre son bulgular, deneyi yürütenlerin talimat aktarırken kullandığı üslubun denekler üzerinde etkili olduğunu gösteriyor. İfadelerdeki emir kipleri tepkiye yol açıyor örneğin. “Lütfen devam edin” yerine “devam et!” deyince her denek buna bir ölçüde tepki gösteriyor. Koşulların rolü burada da göze çarpıyor.
Psikologlar sprey boyayla duvara yazı yazmak ya da gazeteye öfke dolu mektup göndermek gibi bireysel ölçekteki isyankâr davranışların iletişim kurma gayretinin bir parçası olduğunu söylüyor. Böyle yapmak, bir bakıma meramını yüksek sesle dile getirerek geniş kitlelerde yandaş aramaya benziyor. İnternetteki sosyal paylaşım siteleri ve bloglarla bireyler arasında kurulan iletişim ağı son zamanlarda haber bültenlerinde çokça gördüğümüz halk hareketlerinde kilit rol oynuyor. Öyle ki, İran hükümeti 2009 seçimlerinin ardından patlak veren olayların önüne geçebilmek için ülkedeki internet erişimini 45 dakika boyunca engellemeyi bile denedi.
Queensland Üniversitesi’nden psikolog Prof. Jolanda Jetten “İnternet sayesinde insanlar ait olmak istedikleri zümreyi kendileri arayıp buluyor” diyor, “Son yıllarda iyice gelişen iletişim olanaklarıyla internet bireyselliği ifade edebilmek adına büyük bir fırsat.”
Dünya nüfusunun internet erişimine sahip üçte birlik kısmına yalnızca bir “tık” mesafedeyiz. Görünen o ki, bizim gibi düşünen insanlara kolayca ulaşmamızı sağlayan iletişim araçları geliştikçe içimizdeki asi ruhun açığa çıkması da hızlanıyor.
Milgram Deneyi Videosu İçin Tık : Milgram Deneyi Video
.