Avusturya’lı filozof, edebiyat eleştirmeni, oyun yazarı, eğitmen, mimar ve ezoterisist olan Rudolph Steiner, Avrupa transandantalist kökeninden gelen ve Doğu kökenli Tesosofi ile de bağlantısı olan, Antrosofi adını verdiği spiritüel hareketi başlatan kişi olması ile ünlüdür.
Steiner 1919 yılında açtığı okullarda 12 yıllık bir eğitim programı uygulamıştır
3-6 yaş döneminde çocuğun beyni uygun oyuncaklarla uyarıldığında, fantezisi harekete geçirilir. Fanteziyi beslemenin yolu, çocuğun eline bitmiş, her şeyiyle dört dörtlük oyuncaklar vermemekten geçer. O nedenle, birkaç çapıt parçasıyla yapılmış bir bebek, ağlayan, konuşan, yürüyen bir bebekten daha elverişlidir. Çocuk oyun sırasında bütün benliğiyle oradadır. Büyüklerde eksik olan “şimdi ve burada” duygusu içindedir. Çocuğa zaman tanımalı, deneylerde bulunması sabır ve şefkatle desteklenmelidir.
Bir kibrit kutusu, çocuk için her şey olabilir. Gemidir, arabadır, uçaktır. Nesneye o an denemek istediği ve uyum sağlamak istediği koşullara göre anlam verir. Oyunu bittiğinde ise, o yine bir kibrit kutusudur. Bu nesneye mesafe duygusu, zekanın ve bilincin gelişmesinin de temel öğelerinden biridir. Fantezi çocuğa, var olanın ötesine geçmek ve kendi yapıp etmesiyle olabilecekleri biçimlendirmek gücü verir.
Yani çocuk oyun yoluyla, hem gerçekliğe uyum sağlar, hem de var olanı değiştirmek için yeni tasarılar geliştirir. Böylece taklit ve oyun yoluyla deneyimlediği nesneler ve durumlar sonucu ortaya çıkan imgelerin, zihnini faaliyete geçirmesiyle, onları karşılaştırır, birbiriyle bağlantıya sokar veya belli niteliklere göre ayırır. Bütün bu izlenimlerin hammaddesi nesne ve ortam bilgisine dönüşür.
İşte çocuk ancak bu oyunlarla edindiği tecrübeler ve geliştirdiği duygular ve düşünceler sayesinde sonra bir toplumsal varlığa dönüşür. Oyun ve taklit çocuğu içine doğduğu toplumun bir bireyi haline getirir. Bu arada büyülü yıllar denen yedi yıllık süre geçer ve kalıcı dişlerin çıkmasıyla, korunmalı aile ortamından okula gitme zamanı gelir.
Steiner, ilk okul yıllarında da derslerin daima oyunla karışık biçimlendirilmesini salık veriyor. Gündelik ders ritminin tıpkı soluk alıp verme ritmi gibi, belli bir ders konusuna yoğunlaşma ile, çocuğun tüm bedeni ve duygularıyla hareket halinde var olabildiği oyunla ritmik biçimde çeşitlendirilmesini istiyor. Yoğunlaşma soğuktur, oysa oyuna duygusal-bedensel katılım organizmayı ısıtır. Öğrenme süreciyle sindirim arasında bu bakımdan paralellik vardır.
Öğrenilenin sindirilmesiyle bellek oluşur. Okulda masallar, destanlar sınıfta herkesin katılımıyla oynanırsa çok daha kolay öğrenildiğini ve çocuğun ritmik duygusunu besleyen koro çalışmaları ve her ünlü ve ünsüz harfin kendine özgü hareketleri olan Eurythmie ile duygusal-ruhsal yaşamın esneklik, canlılık ve uyum kazandığını söylüyor.
Steiner okullarında ilk iki yıl bu ritmik oyunlara, danslara ve koro çalışmalarına yer verildikten sonra, beden eğitimi dersleri ancak üçüncü sınıfta başlar. Bu dersler de yine çocuğun ruhu ve fantezisiyle katılımını sağlayacak biçimde oyunla zenginleştirilmelidir. Sanki grup halinde bir macera yaşanırmış gibi tırmanma, atlama ve zıplama alıştırmaları yapılır, ilk yardım oyunları oynanır, çocuğun irade ve karar verme gücü gelişir.
Kısacası oyun sayesinde algılama, deneme, uygulama, ama aynı zamanda değiştirme ve dönüştürme yetenekleri gelişen çocuk toplumun bireyi olarak özgürce hareket edebilecek duruma gelir. Oyun sayesinde doğanın varlığı bir kültür varlığı haline gelir. İnsan olmak kendini bedensel, ruhsal ve zihinsel olarak gerçekleştirmekle atbaşı gider. Kendini gerçekleştirmekse ancak bir grup süreci olarak yaşanabilir. Ancak o zaman çocuk da insanlığın şimdiki gelişim safhasına ergin birey olarak eklemlenir. Sonuç olarak insan olmanın da, uygarlığın da kökeni oyundur ve umalım, daima oyun oynayacak zaman buluruz.
Okul öncesi eğitimde kullanılan yöntemler, içinde bulunduğumuz çağa uygun olmalıdır. Bu nedenle görüş açımız genişletmek ve dünyada uygulanan modelleri incelemek kendi yöntemimizi saptamamızda bize yol gösterici olacaktır.
Rudolf Steiner’i tanımak ve Waldorf okulları hakkında bilgi sahibi olmak bize farklı bir bakış açısı sağlayabilir. Doğal olanı kullanmak, doğaya uygun yaşamak, yapılan işi sadece okulda değil okul dışında da devam ettirerek bir yaşam biçimi haline getirmek örnek alınabilecek özelliklerdir.
Bizim bu gün henüz yeni uygulamaya başladığımız 8 yıllık eğitimi Steiner 1919 yılında açtığı okullarda 12 yıl olarak uygulamıştır.
Çocukların, öğretmenlerinin asıl iç dünyasından etkilendiği düşüncesi, öğretmenin okuldaki konumu, notsuz eğitim, yaşayarak öğrenme Rudolf Steiner’in bu gün örnek alabileceğimiz eğitim felsefesini oluşturmaktadır.
Bugünkü eğitim sistemi çoğu yönden insan doğasına aykırı, insana yeni bilgiler öğretmekten çok insanı robotlaştırırcasına bilgi depolamaktan başka bir işe yaramamaktadır.
Hayatımızın amacı konusunda yeniden düşünüp eğitim sistemimizi düzenlemek ve her insanı kendi içinde değerlendirmek gerekir.
Rudolf Steiner’in eğitim sistemini ve Waldorf okullarını incelemeden önce Steiner’in kim olduğunu öğrenmekte fayda var. Avusturya’da 1825 ‘te başlayan 64 yıllık hayatına inanılmaz çalışmalar sığdıran Steiner’i bir kaç satırda anlatmak zor.
Tarih , Bilim , sanat , sosyal bilimler , eğitim ve teoloji alanlarında araştırmalar yapmış , insanlığı etkileyen 60 kitap ve 6000 makale yayınlamıştır. Aynı zamanda Antroposofi hareketinin kurucusu olarak Avrupa ‘da tanınmıştır. Eğitim ve pedagoji ile ilgili düşüncelerini ve ders notlarını iki kitapta toplamıştır. Bunlar "Antroposofi Işığında Çocuk Eğitimi" ve "Eğitimin Kökleri"dir.
Steiner’e göre çevresine ve kalıtıma bakarak hiç bir zaman çocuğu tam olarak anlayamayız. Bir insanı bütün olarak görmek için beden , zihin ve ruha bakmalıyız. Bu üç kavramın çocuktaki etkileşimi erişkinden farklıdır. Çocukluğu büyüme evresinde özel bir süreç olarak görmek gerekir.
Steiner evrenin canlı olduğuna evrenle kurulan iletişimin mekanik değil yaşamsal olduğuna değinmiştir. Steiner’e göre evren bizim biz de evrenin bir parçasıyız.
The Study of Man (insanın incelenmesi) adlı kitabında Steiner şöyle der: Ruhani duygularla yaklaşılan eğitim zihin ve ruh, hayat ve beden arasındaki ilişkiyi ahenkli hale sokar.
Steiner’in materyalist olmayan bir düşünce yapısı vardı, ve bu inanca göre varlıkların gerçek görünümlerinin ardında bulunan ruhani şekiller çok önemlidir.
-Steiner’e göre çocuğun gelişimi
Steiner beden ,zihin ve ruh etkileşimi ile büyüyen çocuğun gelişimini 7 yıllık evreler halinde incelemiştir. Buna göre:
-Çocuk ilk 7 yılında çevresindeki bütün gelişmeleri adeta bir sünger gibi emerek geçirir. İlk 7 yıl daha sonraki hayatının sağlıklı ya da hasta olmasını etkiler.
-Süt dişlerinin düşmesiyle ilk evre tamamlanır. Bir sonraki evre çocuğun hayal gücüyle zenginleşen ‘hayatı hissetme ‘ evresidir. Çocuk bu dönemde efsane, hikaye, masal dünyaları yoluyla iç yapısını bilinçli olarak geliştirir.
Ergenliğin ortaya çıkmasıyla bu ikinci evre tamamlanır. Bu dönemde önceden kazanılan bilgi ve deneyimler yeni bir bilinç seviyesine gelir. Bir çocuk bu zamana kadar eğer doğru olarak gelişmişse 21 yaşında Steiner’in deyimiyle ‘yeniden doğmuş’ olacaktır.
First Goetheanum 1913 Waldorf hareketi 1. Dünya Savaşından sonra sanayici Emil Molt’un Steiner’den Waldorf Astoria fabrikasında çalışan işçilerin çocukları için bir okul kurmasını istemesiyle başlamıştır.
23 Nisan 1919 ‘da Molt’un bizzat kendisinin satın aldığı arazi binasında ilk Waldorf okulu kurulmuştur. Steiner okulunda çalıştırdığı öğretmenlerine bizzat kendisi insan ilişkileri , öğretim metodları, eğitim yöntemi hakkında eğitim vermiştir. Steiner Waldorf okulunu kurmadan önce şartlarını belirlemiştir. Buna göre yeni okul;
-Sosyal , kültürel ırk ya da dini özellikler dikkate alınmadan tüm çocuklara açık olacaktır.
-Kesintisiz 12 yıllık bir eğitim programı uygulanacaktır.
-Karma eğitim uygulanacaktır(ki o zaman için bu radikal bir karardır).
-Politik ya da ekonomik kontrolden tamamen özgür olacaktır.
Waldorf Okullarının Eğitim Felsefesi:
Waldorf okulları ortak bir eğitim felsefesine sahiptir. Fakat hepsinin coğrafi yerleşimine , dile , kültüre bağlı olarak kendine özgü özellikleri vardır.
Waldorf eğitimin merkezinde olan düşünce insan doğasının üç kattan oluştuğudur. Beden , zihin ve ruh.
Öğrenciler kendileri ve etrafındakiler arasındaki iletişimi hissetmelidir. Bunlar dünya-gezegenler, beden-ruh, geçmiş-şimdi ve yaşam ve ölümdür.
Bir insanın toplumdaki yerini önemsemeyen Steiner’e göre insan gelişimi sosyal düzene dayalı bir hizmetten ibarettir.
Anaokulundan 13. sınıfa kadar devam eden bu özel Waldorf okulları şehirden çok da uzak olmayan fakat sessiz yerleşim merkezlerine sahiptir. Okul binaları dikkat çekicidir. Derslikler, yönetim ofisi, seminer odaları, birlikte çalışma alanları, bir Eurythmy stüdyosu, bir müzik odası ve bir yemek salonu bulunan binalar alışılagelmiş mimarinin çok dışındadır. Uçuk mavi ve bejden oluşan renkler, özellikle ahşaptan oluşan doğal malzemeyle doğal bir zıtlık oluşturacak şekilde kullanılmıştır.
Rudolf Steiner’e göre binayı kullanacak olanlar bina tasarımı konusunda fikirlerini söylemelidirler. Bina tasarımı için insan deneyimi gereklidir. Doğal malzemelerin kullanılması ve organik yapılanma önemlidir.
Anaokulu ana binanın arkasında tek katlı bir binadır. 4 odası vardır. Hepsinin ortak kullandığı parkta çocuklar serbestçe dolaşırlar. Renkli taşlar , çam kozalakları , çiçekler ve dallar toplayarak sınıfta özel bir yerde koleksiyon oluşturur ve sergilerler.
Waldorf okullarında öğrenciler konuları parçalar halinde soyut olarak değil, algılama ve düşünmenin bir bütün olarak kullanıldığı deneyimleri yaşayarak öğrenirler.
Waldorf müfredatı ; Entegrasyon, sanatsal yaklaşım, gelişimsel yaklaşım, kültürel yaklaşım, eurythmy (uyumsal- ritimsel) yaklaşımdan oluşur.
-Entegrasyon; Steiner’e göre her şey bir bütünün bir parçasıdır. Ruhu bedenden ayrıran düşünce zekayı bedenden ayıran düşünce kadar tehlikelidir. ‘Biz zihin ve ruh ile ilgili unsurların bedenden bahsetmeden açıklandığı zararlı modern düşüncenin tamamen karşısındayız’ der. Böylece hazırlanan ders programında bütün konular içiçe konulmuş, birleştirilmiştir.Hiç bir şey izole edilmemiş soyutlanmamıştır. Çocuğun bunun farkına varması Wadorf eğitimcileri tarafından ‘katılımcı bilinçlenme’ olarak adlandırılır ki, bu insanın hayatın içinde hareketli olmasıdır.
Çocuklar ayrıca araştırdıkları her alanda bütünlüğü hissetmeyi öğrenirler . Mesela konuşmanın bölümleri vücudun organları olarak görülür. Tiyatroda, mimaride veya bir resimdeki renkler gibi bunları izole edilmiş cansız olarak düşünmezler. Çocuklar aktivitenin yanısıra hayal güçleriyle de öğrenirler.
-Sanatsal yaklaşım; Steiner’e eğitim bir sanattır. Çocuklar okumayı öğrenmeden önce yazmayı ve çizmeyi öğrenirler. İlk sınıflarda renklerin kullanılması büyük önem taşır. Gittikçe örgü işleri ve çamurla yapılan çalışmalar çocukların tasarım duygusunu kazanmasını sağlar. Daha sonra ahşap işleri, heykeltraşlık daha büyük sınıflarda marangozluk öğretilir. Altıncı sınıfta akustik çalışmaları yapılır.
Bir öğrenci sadece zihinsel aktivite ve kavramlarla sınırlanmamalıdır. Waldorf öğrencileri sanatçıların bakış açısıyla olayları algılamayı öğrenirler. Okuldaki en belirgin özellik ders kitaplarının nadiren kullanılmasıdır. Her dersin ardından öğrenciler ana ders kitabını yazarlar.
-Gelişimsel yaklaşım; Waldorf eğitiminde ders programı çocuğun sezgileriyle paralel gitmelidir. ‘ Doğru zamanda doğru şey’. Steiner’e göre zihinsel ve fiziksel aktiviteler arasındaki öğrenme ritminin amacı içsel dayanıklılık ve esnekliğin arttığı ruhani vücudun gelişmesini sağlamaktır. Bunun için normal okullardaki beden eğitimi dersi öğretmenlerinden ya da anatomi ve fizyoloji bilgisinden daha fazlası gerekmektedir.
-Kültürel yaklaşım; Waldorf okulları belirli bir zümrenin ya da tarikatın inanışlarına bağlı değilidir. Din ya da doktrin üzerine olan konular Waldorf programında yer almaz . Program hayatın güzelliği ve keşfi üzerine doğal duyguların farkına varılması ve saygı duyulması üzerine çalışır.
-Eurythmy (uyumsal-ritimsel); Waldorf müfredatına Steiner’in kendisi tarafından konulan bu ders Waldorf eğitimine özgüdür. Kelimelerle tam olarak anlatılamasa da kısaca müziğin ve konuşmaların vücut hareketleriyle dışa vurumu denebilir. Çocuklar her gün basit ritimlere uyarak egzersiz yaparlar ve vücutlarını geliştirerek yaşam güçleriyle bedenleri arasındaki uyuma ulaşırlar.
Rudolf Steiner’e göre dersler çocuklara neşe vermelidir. Fakat bilinen şeyler çocuklara zevk vermez. Ama bunlar yapılmak zorundadır. Eğer öğretmen öğrencilerini sürekli olarak memnun etmek isterse çocukta görev bilinci oluşmaz. Yapılması gereken , çocukların sevgisini kazanmaktır. İşte o zaman çocuklar kendi hoşlarına giden şeylerin yanısıra kendilerine neşesiz gelen , hatta hafifçe üzen şeyleri de yapacaklardır.
Waldorf eğitiminin başarısının temelinde öğretmenlerin kişisel gelişim ve davranışları büyük önem taşır. Steiner cana yakın , hareketli , ilgi alanı geniş bir yapıya sahip öğretmenler üzerinde durmuştur. Bu özellikler günümüzdeki Waldorf okullarında devam etmektedir.
Bir öğretmen sınıfını 8 yıl boyunca geliştirmekle yükümlüdür. Her çeşit akılcılığa ve maddeciliğe karşı olan öğretim esaslarına göre sezgisel davranmak önemlidir. Sanatsal yaratıcılık ve etkinlik büyük ölçüde değerlendirilmektedir. Öğrenciler yeteneklerine göre sınıflandırılmamaktadır. Her öğretmen kendisine en uygun gelen biçimde öğretim yapmaktadır.
Resmi sınavlar ve testler insancıl yapıya uymadığı için Waldorf öğretmeninin sınav yapmaya ihtiyacı yoktur. Ancak ileriki eğitimlerine hazırlamak amacıyla büyük sınıflarda sınav ve notlandırma yapılır.
Haftalık pedagojik konferanslar Waldorf okulunun kalbini oluşturmaktadır. Bu konferanslarda Antrofosofik felsefenin eğitimsel içeriğini konuşur ve tartışırlar. Steiner’in fikirlerini benimseyen öğretmenler pedagojiye şekil verir.
Önemli kararlar tüm gün çalışan öğretmenler grubu tarafından alınmaktadır. Okula yeni bir bina ekleneceği zaman aynı grup mimarlarla fikir alışverişinde bulunurlar. Öğretmenler sınıfların büyüklüğü, alanların dağılımı (cimnastik alanı vb.) gibi konularda mimarlara yardımcı fikirler verirler. Bu öğretmen grubu yeni alınacak öğretmenlerin seçimi , personelin problemleri ve maaş belirleme konularında görevlidirler. Okulda tam bir eşitlik sistemi vardır. Görev alanları ne olursa olsun tüm öğretmenler aynı ücreti almaktadırlar. Ancak eşleri ve çocukları olan öğretmenlere ve özel tıbbi ihtiyaçları olan öğtretmenlerin maaşlarına bu ihtiyaçlarını karşılamaları için ek bir ücret verilmektedir. Farklılıklar ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır.
Okul çalışmalarını yönlendiren bir çalşıma da aylık Eltenbeirat denilen veli toplantılarıdır. Bu grup ortalama 50 veli ve öğretmenden oluşmaktadır. Bu grup 3 aktiviteyle ilgilenir. Bunlar; veli toplantısı, veli akşamları, ve veli kurslarıdır. Veliler için akşam kursları yine öğretmenler tarafından verilir.
Waldorf okullarında şef ya da müdür bulunmamaktadır. Bunun yerine maddi ve resmi işlerle Vorstand denilen yönetim komitesi sorumludur. İş yönetimi konusunda dışarıdan bir görevli tutulmuştur. Bu kişiye Geshaftsfuhrer denir. Gereken malzemeleri satın almak , mutfak için sipariş vermek, gerekli ekipmanları seçmek, binaların bakımını sağlamak onun görevidir. Bu görevli okuldaki diğer grupların fikir ve tavsiyelerini gözönünde bulundurmakla da sorumludur. Grup toplantılarına katılmakla birlikte oy verme hakkı yoktur. Yani yönetici dinleyici olarak toplantılara katılır fakat karar veremez.
İlk Waldorf okulu 1919 yılında Stugart’ta açıldığında Steiner okulun gruplar tarafından yönetilmesi konusunda ısrarcı olmuştur. Steiner’e göre okul günlük eğitim aktivitelerine katılanlar tarafından yönetilmeli ve organize edilmelidir. Sadece onlar karar verme ve politika geliştirme konusunda sorumlu olmalıdır.
Waldorf eğitiminin en önemli özelliklerinden biri tam bir insan elde etmek için öğrenim deneyimleri geliştirmek, sanat müzik ve el işine olağanüstü ilgi göstermek, grup yönetimiyle okulu yönetmektir.
1919 yılında Stuttgart’ ta ilk Waldorf okulunun açılmasından sonra Waldorf hareketi hızla yayılmış, ve kısa süre içinde İsviçre , Hollanda ve İngiltere’de yeni okullar açılmıştır. 1928 yılında Newyork’ta Rudolf Steiner okulu kurulmuştur. Almanya’ da Nazi hükümeti tarafından kapatılmasına rağmen 2. Dünya savaşından sonra Avrupa’daki okullar yeniden açılmıştır.
2001 yılında Dünyadaki Waldorf Okullarının sayısı 845’i bulmuştur. Almanya’da 500 ün üzerinde Waldorf çocuk yuvası bulunmaktadır. Şu an dünyada 1000 civarında Waldorf okulu vardır.
Diğer meslekler gibi ‘öğretme ‘ de getirdiği kar ve zararla ölçülen , yarar güdülen bir aktivite olarak görüldüğünden Amerika’da fazlaca uygulanmamaktadır.
Waldorf okulları 1922 yılındaki iç krizin atlatılmasından sonraki büyük sıkıntılara rağmen gerçekten başarılı olmuş ve 1919 yılında 256 olan öğrenci sayısı 1924 te 784 e yükselmiştir.
Steiner yeni eğitim sanatı üzerine yurt dışında 8 büyük seminer düzenlendi. Nisan 1924 ‘te Almanya ‘da Antrofosofi Derneği ve Waldorf okulu tarafından düzenlenen eğitim sempozyumuna 1700 kişi katıldı. Bu Steiner için büyük başarıdır.
Tüm olumsuz şartlara rağmen bu günkü Waldorf okullarının başarısı Dr. Steiner’in ilkelerine ve Waldorf öğretmeni olarak üretken bir insan olmasına dayanmaktadır.
Steiner’in ölümünü takip eden 10 yıllık zaman dilimi içinde oldukça fazla sayıdaki Waldorf öğretmeni farklı konulardaki tamamen orijinal eserlerini kamuoyuna açıklamıştır.
Her kültürden , dinden ve sosyo ekonomik seviyeden çocuğun gelmesi sebebiyle saygıyı , hoşgörüyü, karşılıklı anlayışı ve birbirleriyle iletişim kurma becerisini öğrenirler . Bu durum başkalarını anlamanın önkoşuludur.
-Rudolf Steiner (1861 – 1925)
Avusturya’lı filozof, edebiyat eleştirmeni, oyun yazarı, eğitmen, mimar ve ezoterisist olan Rudolph Steiner, Avrupa transandantalist kökeninden gelen ve Doğu kökenli Tesosofi ile de bağlantısı olan, Antrosofi adını verdiği spiritüel hareketi başlatan kişi olması ile ünlüdür.
Bir bilim adamı, eğitmen, yazar, sanatçı ve filozof olan Rudolf Steiner 1861' de Avusturya’nın küçük bir kasabasında doğdu. 20. yüzyılın baslarına kadar, sonradan ortaya çıkacak ve çevresindekileri şaşırtacak olan ruhani yönüne ve tinsel yeteneklerine dair bir ipucu vermedi.
Bu hareket Steiner’in yaşamı boyunca birkaç aşamadan geçmiştir. Birinci aşamada, spiritüel bilim adını verdiği felsefi çalışmalarında bilim ile mistisizm arasındaki bağlantıları araştıran Steiner, Batı Felsefesi’nin idraka yönelik eğilimleri ile kişinin içsel ve ruhsal ihtiyaçları arasındaki ilişkileri inceledi. İkinci aşama, Steiner’ın, Antroposofik Cemiyet’in merkezi haline gelen, tüm sanat dallarına ev sahipliği yapacak Goetheanum’un kurulmasına varan, mimari, tiyatro gibi alanları değiştiren, ritmik hareket gibi yeni sanat türlerini ortaya çıkaran fikirleri doğurmuş sanatsal dürtülerle geçti. Üçüncü aşamada ise, felsefesinin yaşamdaki tezahürlerini inceleyen Steiner, bu konuda doktorlardan çiftçilere kadar birçok insanla birlikte çalıştı.
Waldorf eğitimi, biyodinamik ziraat ve Antroposofik Tıp gibi alanları oluşturmasının yanında, birçok meslek sahasında da yeni yönler belirlemiştir.
Nasyonal Sosyalist hareketin saldırılarına hedef olan Steiner’ın ölümü, Goetheanum’un, Steiner’ı Yahudi olmakla ‘suçlayan’ (!) Naziler tarafınan kundaklanması ile başlayan bir sürecin sonudur. Naziler’in medyayadaki saldırılarından da bunalan Steiner, Naziler’in devlet yönetimine gelmesi halinde zor durumda kalacağını düşünürek 1897’den beri yaşadığı Berlin’i de 1923 yılında terk etmek zorunda kalmıştır.
Die Philosophie der Freiheit (Özgürlüğün Felsefesi), Friedrich Nietzsche, ein Kämpfer gegen seine Zeit, Theosophie. Einführung in übersinnliche Welterkenntnis und Menschenbestimmung, toplamı 330 cilt tutan eserlerinin en önemlileri arasında sayılabilir. Bunların son ikisi, ülkemizde de Nietzsche Özgürlük Savaşçısı ve Teozofi: Tanrısal Bilgelik Duyuüstü Dünya Kavrayışına Giriş ve İnsanın Varoluş Nedeni isimleriyle basılmıştır.
Viyana Teknik Üniversitesinde pozitif bilimler eğitimi görüp doktora yapmış olan Steiner'in bunun yani sıra edebiyat ve sanata olan yakın ilgisi yirmi üç yaşında ona incelemesi ve editörlüğünü yapması için Viyana'da 'Goethe arşivlerinin' açılmasını sağladı.
1900'lerin sonlarına kadar çeşitli yazılar ve incelemiş olduğu Goethe'nin çalışmalarıyla ilgili kitaplar yazdı. Ayrıca, 19. yüzyıl filozoflarının felsefi arayışlarını tamamlayıcı bir yanıt niteliğinde olan 'Özgürlüğün Felsefesi' adli kitabini da 1894 te yayımladı. Daha sonra Antroposofi kapsamındaki diğer kitapları da bunu takip etti.
Steiner 20. yüzyılın baslarına kadar, sahip olduğu tinsel yetenekleri seferber ederek tinsel bilgilerini insanlığa nasıl aktarabileceğini bulmaya çalıştı. Bunun sonucunda, insanlık tarihi boyunca bilinmesi ve aktarılması hep çok güç olan gizemleri bilimsel bir dille anlatma yöntemini geliştirmeyi basardı. Bilimsel bir öğretme yöntemi ve objektif bir biçimde sunulan bu tinsel bilgileri artık her insan sıradan akil ve mantığı ile anlayabilecekti.
Bu çalışmalarının sonucunda, 'insan olmanın bilgeliği' ve 'insan olmanın bilinci' anlamına gelen 'Antroposofi' biçimlenip ortaya çıktı. Antroposofi ayni zamanda insan ve evrene dair tinsel oluşum ve işlemleri incelediği için, aktardığı bu bilgeliği 'Tin bilim' olarak da adlandırdı.
R.Steiner bir medyum değildi. Bir klervoyant (duru görü yetisi sahibi) ve yüksek derecede bir inisiye idi. 1900'lerin baslarından olum tarihi olan 1925'e kadar Antroposofi-Tin bilim tanımlaması altında insanlığa aktardığı bilgelik, geçmişte gizem okullarında var olan bilgilerin sadece yeni bir biçimde sunulması değildi. Steiner duru görü yeteneğiyle Akaşa kayıtlarını (Levh-i Mahfuz) okuyarak kapsamı olağanüstü geniş ve hiç bilinmeyen yeni bilgiler indirdi.
Steiner'e göre, 'geleceği' acısından artık insanlığın bu bilgilere sahip olması gerekiyordu. Bunun yanı sıra, Antroposofik bilgeliğin insanlığa özellikle bu donemde verilmesi, dünyada insanlık üzerinde etkin olan 'kutsal karşıtı güçlere' karsı dengeleyici bir karşıt güç oluşturulması ihtiyacından kaynaklanmaktaydı.
Bu doğrultuda Steiner, elli kadar kitap yazdı ve yıllarca pek çok ülkeyi dolaşarak altı binin üzerinde ders ve konferans verdi. Bunların hepsi stenograflar tarafından kaydedildi ve sonradan kitap olarak yayımlandı. Kitapları Türkçe dahil pek çok dile çevrildi.
1900'lerin baslarında Teosofik Toplum Steiner'den, Almanya'da bir şube açmasını ve orada tinsel konularda dersler vermesini istedi. Steiner bunu gerçekleştirdi ve 1912 yılına kadar burada ders vermeye devam etti. Ancak aktardığı bilgelik,Teosofik Toplumu etkileyen Uzakdoğu öğretilerinden kaynaklanmıyordu. Steiner bastan itibaren hep Antroposofik bilgeliği aktarıyordu.
Teosofik Toplumun inançlarına ve bazı yaklaşımlarına katılmakta zorlanan Steiner, 1912 yılında kendisi gibi düşünen üyelerle birlikte Teosofik Toplumdan ayrıldı ve daha sonra onlarla beraber Antroposofik Toplumu kurdu.
Bugün merkezi İsviçre, Dornach'da olan Antroposofik Toplumun merkez binası aslında inşa edilmiş olan ikinci binadır. Dış ve iç mimari planları R,Steiner tarafından çizilmiş olan ve cağımızın tinsel itkilerini yansıtan ilk bina, gelecekte Nazizm olarak biçimlenecek olan görüşleri benimseyecek olanlar tarafından yakıldı.(sonradan Naziler Almanya'da Steiner'in bütün kitaplarını bireyi ve bireyselliği on plana çıkarttığı gerekçesiyle yasakladılar.)
Steiner, dünyaya ve evrene dair sinirsiz bilgeliğini daima insanlığın sağlığa kavuşması, sorunlarına çözüm bulunması ve ruhunun yücelmesi için yönlendirdi. Ayrıca, çok yönlü kültürel yasamın dünyadaki 'yok edici güçlere' karsı korunması ve tinsellik kazanması için eğitime (Waldorf okulları ve özürlü çocuklar için özel bir yaklaşım benimseyen bakim evleri), şifaya (Antroposofik hastane ve klinikler ve doğal ilaç yapımı için araştırma laboratuarları), tiyatroya, mimariye, tarihe, sanata ve biyo-dinamik tarım / gıda üretimine ( kimyevi gübre ve kimyevi maddeler kullanmadan tarım ve üretim) özellikle önem vermiştir. Modern devinim sanatı olan Eurythmy dansının dört yıllık eğitimini veren okullar da Steiner'in çalışmalarının bir urunudur.
Ölünceye kadar her alanda merkeze insani koyarak yaptığı olağanüstü çalışmaların arkasındaki ilham ve gücün kaynağını sorgulamaya başladığımızda, bu kaynağın Yüksek Tinsel Dünya olduğunu ve Steiner’in bunu bütün insanlıkla paylaşmak istediğini açıkça görebiliriz.
Steiner sonraları, söz konusu çalışmalarında kendisine daima destek veren Maria Steiner ile evlendi. Çocukları yoktu. Onun dileği, bizlerin tekrar Tanrı Babamızın çocukları olabilme imkanına kavuşabilmemizdi.
Steiner Felsefesinden Kesitler:
-Yeniden doğmanın anlamı
"Bir makinist veya bankacı olmak, yeni bir yaşamı biçimlendirecektir. İlkinde kişinin çevresinde makineler, ikincisinde bankalar vardır. Önceki yaşam yeni ortamı belirler, tüm çevresinden yakınlık duyduğu şeyleri seçer ve alır. Bu tinbenlik için de geçerlidir. Yeni yaşamında, daha önceden yakınlık duyduğu şeylerle çevrelenmeye zorunludur. Bu nedenle, uykunun ölümün imgesi olduğu söylenir çünkü insan uyurken yazgısından uzaktır, yaşam uyurken de devam eder ama insan uykuda yaşamını etkileyemez. Yine de yeni bir gün başladığında, yaşamımız önceki günlerde yaptıklarımıza bağlıdır. Kişiliğimiz, gerçekten her gün yeniden eylem dünyamızda bedenlenir. Gece bizden ayrılan, günrüz çevremizdedir. Eylemler, kişiye yazgı olarak bağlıdırlar. Zifiri karanlık bir mağaraya göçüp, yaşadıkları için görme yeteneğini yitiren canlılar vardır. Nasıl bu canlılar, artık sadece göçtükleri yerlerde yaşayabiliyorsa, insan tini de ancak eylemleriyle kendi yarattığı ortamda yaşayabilir. Olayların gidişi, dün oluşturduğumuz durumu sabah uyandığımızda yine bulmamızı sağlar. Yeniden bedenlendiğimizde, önceki yaşamın eylemlerinin sonuçlarına uygun ortamı bulmak, tinin çevresindekilerle yakınlığını belirler. Böylece ruhun insan varlığında nasıl yer aldığı tasarlanabilir."
-Yazgı, önceki yaşamlara göre belirlenir
"Fiziksel beden, kalıtım yasalarına bağlıdır. İnsan tini ise, durmadan bedenlenmek zorundadır. Bağlı olduğu yasa gereğince, önceki yaşamın ürünlerini bir sonrakine taşır. Ruh, şimdiki zamanda yaşar ama şimdiki yaşamı öncekinden bağımsız değildir. Tin yazgısını önceki yaşamlarından getirir ve bu yazgı yaşamı belirler. Ruhun hangi izlenimleri alabileceği, hangi sevinç ve üzüntülerle karşılaşacağı, hangi insanlarla biraraya geleceği gibi şeyler tinin önceki bedenlenmelerindeki eylemlerine bağlıdır. Ruhun bir yaşamında bağlandığı insanları, sonraki yaşamında yine bulması gereklidir çünkü aralarında gelişenler sonuçlanmalıdır. Bir ruh, belirli bir zamanda yeniden bedenlenmek istediğinde, ona bağlı ruhlar da bedenlenmek isterler. Böylece ruhun yaşamı insan tininin kendi yarattığı yazgının sonucudur. İnsan yaşamı, yaşamla ölüm arasında üç biçimde belirlenir. Beden kalıtım yasalarına bağımlıdır. Ruh ise kendi yarattığı yazgıya bağımlıdır. Buna yani insanın kendi yarattığı yazgısına, eski bir tanımla ´Karma´ denir. Tin ise yeniden bedenlenmek, dünya yaşamını tekrarlamak zorundadır. Öyleyse tin, ruh ve bedenin ilişkisi şöyle açıklanabilir. Tin ölümsüzdür, doğum ve ölüm fiziksel dünyada bedenin yasalarına uyarlar. Yazgıya bağlı ruhsal yaşam, bu ikisini dünya yaşamı sırasında bağlar. İnsanın özvarlığıyla ilgili daha öte algılar, insanın ait olduğu üç dünyayı tanımlamakla olasıdır."
-Ölüm bir değişimdir
"Ölüm, fiziksel dünyanın bir gerçekliği olarak gözlenince, bedenin çalışmasında bir değişimın olduğu anlamı ortaya çıkar. Beden ölümle birlikte ruhla tinin aracılığını bırakır. Tümüyle fiziksel dünyanın yasalarına uyar, ayrışır ve onun bir parçası olur... Ruhla tinin ne olduklarını, fiziksel dünyanın duyularıyla izlemek mümkün değildir. Zaten yaşam sırasında da, ruh ve tin ancak fiziksel olaylardaki dışa vurumlarıyla gözlenebilirler. Ölümden sonra bu anlamda bir dışa vurum söz konusu olmaz. Bu nedenle fiziksel duyulara ve onlara dayalı bilim için ruh ve tinin ölmünden sonraki yazgıları konu dışı sayılır. Burada ruh ve tin evreninin görülmesi için daha yüksek bir algı gereklidir. Tin bedenden ayrıldığında yine ruha bağlıdır. Bedenin onu fiziksel yaşam süresinde, fiziksel dünyaya bağlaması gibi, şimdi de ruh ruhsal dünyaya bağlar. Ama bu ruhsal dünyada, tinin gerçek özvarlığını bulmak olanaksızdır. Ne var ki, ruh fiziksel dünyaya bulaşmıştır. Ölümden sonra ise, ruh artık bedene değil, yalnız tine bağlıdır. Ruhsal bir ortamda yaşar yalnız bu dünyanın güçlerinden etkilenir. Genelde belirtilmesi gerekir ki, ruh ve tin bedeni terketmezler, beden insanın varoluşu için gerekli güçlerini yitirince onları özgür bırakır. Yani ruh insanın ruhsal varoluşu için gerekli güçleri yitirdiğinde, tini özgür bırakır ki, yüksek tinsel evrene yönelebilsin. Ne zaman ruh bedene bağlı yaşantılarını bırakıp, tinde yaşanabilecek olanları sürdürdüğünde tinin özgürlüğüne kavuşacağı an gelmiştir. Demek ki ruhun ölümden sonraki yazgısını izleyebilmek için bu ayrışım sürecini gözönünde bulundurmak gerekir..."
-Steiner´in sevgi anlayışı
"Tinsel algı yolu üzerinde söylenenler rahatça yanlış anlaşılmaya yol açabilirler. Burada yaşamın neşe ve olaylarından uzak bir ruh hali önerildiği sanılabilir. Buna karşın, tinin gerçekliğini aracısız yaşayabilmek için gereken ruh halinin genel bir kural olarak tüm yaşamı kapsamayacağı belirtilmelidir. Tinsel varoluşun araştırmacısı, genelde dünya yabancısı bir insan olmadan kendisini tinsel araştırmaları için duyusal gerçeklikten uzaklaştırmayı başarabilir. Öte yandan gerek algı yoluna girerek, gerekse de tin bilimsel gerçekleri ön yargısız, sağlıklı bir insan anlayışı ile özümleyerek tinsel evrenin kavranmasının, daha yüksek ahlaklı bir yaşam biçimine, duyusal varoluşun gerçeğe daha uygun olarak anlaşılmasına, yaşamda güvene ve iç ruhsal sağlığa götüreceği bilinmelidir..." Antroposofi, Steiner çizgisinde düşüncelerde sevgi etkisinin doğması veya parlamasıdır. Bilgi, sadece dünya ruhundaki ışığın kalpteki yansımasıdır ve orada insan düşüncesinin aydınlığı bulunur. Steiner, Antroposofi´den başka bir yöntemle sevgi gücünün algılanamayacağını söyler; Bu sevgi aslında insanın doğal yapısındadır. Antroposofi, yaşamın hissedilmesidir, Antroposofistler yaşamın elemental gereklerini, evren ve insanla ilgili soruları doğal olarak hissederler, merakları açlık ve susuzluk kadar doğaldır.
Antroposofi, ruhun bilimselliği ve bilgelik yoludur
Rudolf Steiner, genç yaşlarda sorular soruyordu. Görünümlerin ve deneyimlerin peşindeydi. Bunun için katı bilimsel metodların kullanılmasını yeterli görmüyor ve fizik dünyanın duyulara ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Duyu ötesinin farkına varmak için günlük yaşamın her açısının güvenilir ve çabuk olması gerekliydi. Bu da insanın varoluş onurunun yeniden yapılanması çizgisinde, insan yaşamının ve kültürünün yenilenmesi demekti. Steiner, bilincin kapasitesinin tanımlanmasını ve bu şekilde her insanın varoluşunda uyuyan algının konsantrasyon ve meditasyon tarzı pratikler yoluyla uyandırılmasını düşünüyordu. Bu oluşumun ilk adımı, düşünce eylemini arttırmak ve disipline etmekti. Düşüncenin canlanması için Antroposofi Steiner´e göre temeldir, böylece yaşamı hissederken uyumluluk ve çabukluk oluşacak ve dünyadaki eylemlerimiz odaklanarak yeni bir anlam kazanacaktır. Steiner, Antroposofi´yi ruhun bilimi ve bilgelik yolu olarak tanımlıyor ve böylece insansal varoluşdaki ruhsallığın, evrensel ruhsallıkla buluşabileceğini anlatıyordu. Geleneksel anlamda Steiner´in tüm çalışmalarında insanın beden, ruh ve tin bütünlüğü olduğu gözlenir ve İsa olayı insanlık tarihinin açılması ve insan özgürlüğünün ortaya çıkmasının anahtarı anlamındadır.
"..açıkladıklarım yaşantılarımın sonuçlarıdır..."
Steiner, bunları düşünürken Viyana Üniversitesi´nde matematik, bilim ve felsefe okudu, daha sonra da Rostock Üniversitesi´nde doktorasını yaptı. Goethe´nin eserleri üzerinde bilimsel çalışmalar yaptı ve temelde doğal gözlemlerin bulunduğunu saptadı, bu çalışmalar kendi çalışmalarının temeliydi. Steiner´in doktora tezi, Fichte´nin Bilgi Kuramı´nın geliştirilmesi ve yayınlanmasıydı. 1894´de Steiner, "Özgürlüğün Felsefesi" ni yayınladı. Bu kitap, onun en önemli felsefe çalışmasıydı. Ölünceye kadar 30 kitap yayınladı, hemen her konuda yaklaşık 6.000 konferans verdi. Değindiği konuların arasında, eğitim, tıp, tarım, sosyal sorunlar, bilim ve sanat da vardı. Waldorf´daki eğitmenlik döneminde biodinamik ziraat ve bahçecilik üzerine dersler verdi. Antroposofik tıp çalışmaları yaparken, yanısıra da "Eurythmy" adını verdiği sanat ekolünü başlattı. Aynı dönemde İsviçre´de ilk ve ikinci "Goetheanum Binaları" nı inşa etti. Steiner´in mimari tarzı bugün Avrupa´da ve Amerika´da kullanılmaktadır. Onun orijinal ve çoğu zamanda devrimci fikirleri dünyanın birçok yerinde etkili oldu ve oluşumlar yarattı. Seslendirdiği fikirlerin merkezinde ruhsal gelişime verdiği önem vardı. Bunun için de, sosyal sağlık, estetik ve bilimsel öncellik gerekliydi. Rudolf Steiner, duyusal dünyanın ötesine uzanan yolları arayanlara sesleniyor ve insan yaşamının değer ve anlam kazanması için başka bir dünyanın gözlenmesi gerektiğini öğretiyordu. Bu yolla yaşamın nedenleri tanınacak ve görünen etkinliklerin kör bir gelişigüzellik sonucu olmadığı anlaşılacaktır. Rudolf Steiner, kendi deneyimleriyle kanıt gösteremeyeceği hiçbir şeyden söz etmediğini söylüyor ve ekliyordu; "Tüm açıkladıklarım, kendi yaşantılarımın sonuçlarıdır."
-Ruh, tin ve beden
"Ruh, beden ve tinin arasında yaşar. Beden aracılığı ile aldığı etkiler geçicidir, etkilerin gerçekliği bedensel algıların dış dünyaya açık olduğu sürece vardır. Göz açık olduğu anda, gülün rengini gülün karşısında algılar. Gerek algılanan nesne, gerekse de algılayıcı organ aynı yer ve zamanda bulunmalıdırlar ki, etki, duyum veya algı oluşsun. Yani kişi gül ile karşılaşmazsa bile, gül gerçektir... Belirleyici olan ise kendisini açığa vuran nesnenin tümüyle kalıcı oluşu değil, ruhun onda geçici beden yerine kalıcı olanı, geçiciden bağımsız olarak algılayabilmesidir. Ruhta kalıcı olanın görülebilmesi için ise, geçici özellikleriyle sınırlandırılamayan yaşantıların farkına varmak gerekir. Asıl önemli olan, söz konusu yaşantıların bedensel geçici organlarla değil, ruhta yaşayan ama gerçekliği ile algının geçiciliğinden bağımsız bir şeyi taşımalarıdır. Ruh şimdiki zamanla, ebedilik arasında ve bedenle tinin ortasında yer alır. Aynı paralelde de, şimdiki zamanla, ebediliğin aracısıdır. Şimdiki zamanı bir anı olarak saklar. Bu şekilde onu geçicilikten kurtarır ve tinsel ebediliğe maleder. Gelip geçici etkilere kapılmayıp, şeyleri kendi varlığının davranışlarıyla belirlediğinde ise geçici yaşantılara kalıcılık kazandırır. Ruh, dünü anılarında saklar, davranışlarıyla da yarını hazırlar..."
-Ruh, tine bilgi toplamakla görevlidir
"Dış dünyada gerçekleşen, davranışların da süreklilikleri vardır. Bir ağacın dalı kesildiğinde ruh, dış dünyadaki gelişmelerin tümüyle değişmesine neden olur. Çünkü bu eylem yapılmadığında, ağaç başka bir gelişim gösterecektir. Yani ağaç kesilmezse, bir etkiler dizisi gerçekleşmeyecektir. Bugün yapılan, yarın için geçerlidir. Dün algılananlar, ruhta bellek aracılığı ile kalıcı oldukları gibi, yapılanlar da yapılmış oluşlarıyla kalıcı olurlar... Ruh geçmişin koruyucusu olarak tin için zengin malzeme toplar. Doğruyu yanlışı ayırt etmek, düşünmek, gerçeğin tinde algılanmasından yani böyle bir varlık olmamızdan kaynaklanır. Gerçek, öncesiz ve sonrasızdır. Geçmiş unutulsa, her izlenim ilk gibi olsa da, kişiye erişebilecek niteliktedir. Ama içteki tin, sadece anlık izlenimlerden oluşmaz, ruh aracılığı ile geçmişi de görebilir. Ruh ona geçmişten katkılarda bulunduğu oranda tin zenginleşir. Yani ruh, bedenden aldığını tine aktarır. Bu nedenle, insanın tini yaşam boyunca, şu ikilemi taşır; Birincisi gerçek ve iyiliğin öncesiz, sonrasız yasaları, ikincisi de geçmiş yaşantıların anılarıdır. Ruh, her yaptığını bu iki faktörün etkisi altında gerçekleştirir. İnsan tinini anlamak istiyorsak, iki açıyı bilmemiz gerekir; ilki sonrasızlığın ne oranda açıklanabildiği veya algılandığı, ötekisi ise içindeki geçmişin zenginlik oranıdır..."
-İnsanın farklılığı
"İnsanlar dünyada fiziksel biçimleriyle hayvanlardan ayrılırlar. Biçimleri yönünden bir noktaya kadar birbirleriyle benzeşirler. Yalnız tek bir insan cinsi vardır. Irk, soy, etnik veya kişilikler ne kadar değişik olursa olsun, insanla hayvan arasındaki benzerlik, insanla herhangi bir hayvan cinsi arasındakinden çok daha büyüktür. İnsan cinsinde belirgin olan herşey, kalıtım yoluyla atalardan torunlara geçer. İnsanın biçimi de, bu kalıtıma bağlıdır. Aslan nasıl biçimini, aslan atalarından alıyorsa, insan da biçimini ancak insan atalarından alır... Her insanın bir yaşam öyküsü vardır, insanın eğer cinse bağlı bir varlığı olsaydı, bir yaşam öyküsü olamazdı. Bir aslan, güvercin, aslan veya güvercin oldukları için ilgi çekerler. Cinslerinin özellikleri belirlendiğinde varlık olarak anlaşılmış olurlar. Baba, oğul ya da torun olmalarının önemi yoktur. İnsanın anlamı ise, tür veya cins değil, birey olduğu yerde başlar. Yani Schlutz adlı bir insanın öz varlığını algılamak için onun babasını ve dedesini tanımak yeterli olmaz, onun kendi yaşam öyküsünü bilmek gerekir. Yaşam öyküsünün öz varlığı üstünde düşünüldüğünde, tinsel anlamda her insanın başlıbaşına bir cins olduğu görülür. Buna karşın, yaşam öyküsünü, dış yaşam kronolojisi olarak görenlere göre, bir köpeğin de yaşam öyküsünün yazılabileceği söylenebilir. Ama bir yaşam öyküsünde, insanın özgünlüğünü dile getiren düşünce, orada bir hayvan cinsinin tümünün kapsayan bir şeyin varolduğunu görecektir. Bazı hayvan uzmanları, aynı cins hayvanlarda bireysel farklar olduklarını öne sürerler ve gözlerler. Böyle düşünenler, bireysel değişiklikle yalnız bireysellikten gelen değişiklik arasındaki farkı anlamamış demektir."
-Ölümün kardeşi; uyku
"Ruhsal yaşantılar böylece yalnız doğum ve ölümün sınırları içinde değil. ölümün ötesinde de korunurlar. Ama ruh, yaşantılarını yalnız içinde parlayan tine değil, açıklandığı gibi eylemleriyle dış dünyaya da aktarır. İnsanın dünkü eylemi, etkisiyle bugün de vardır. Etki-tepki ilişkisinin bu bağlamda bir imgesi, uyku ve ölümün karşılaştırılmasında görülür. Uykuya sık sık ölümün küçük kardeşi denir. Sabahları uyanırız, gece günlük etkinliğimizi böler, olağan ortamlarda sabah kalktığımızda etkinliklerimizi herhangi bir biçimde sürdüremeyiz. Yaşamda düzenin ve anlamın olması isteniyorsa, dün yapılanlarla bağlantı kurulması gerekir. Dünkü eylemler, bugünkülerin ön koşullarıdır. Böylece dün yaptıklarımızla, bugünkü yazgımızı hazırlarız. Gece, hepimizi bir süre için etkinliklerden uzaklaştırır. Ama yapılanlar kişiye aittirler, bir süre kişiden uzak kaldıktan sonra kişiyi yine geri çekerler. Geçmiş kişiye bağlıdır, şu anda kişiye eşlik eder ve geleceği izler. Dünkü eylemler, bugünkü yazgılardır, bu olmasaydı sabah sadece uyanılmayıp yoktan var edilmek gerekir... İnsan nasıl sabah uyandığında yeniden yaratılmıyorsa, insan tini de dünyasal yaşamına başladığı anda doğmaz. Yaşamı anlamaya çalışalım; önce ortaya biçimini fiziksel kalıtım yasalarıyla elde eden bir fizik beden çıkar. Bu beden, eski bir yaşamı yeni bir biçimde yineleyen bir tinin taşıyıcısıdır. İkisinin arasında da kapalı bir iç yaşamı sürdüren ruh vardır. Zevkler, istekler ve tutkular ruha hizmet ederler, zaman içinde düşünmeyi de hizmetine alır sonra izlenimlerini tine taşır ve sürekliliği sağlar... Aslında insan dünyasal yaşamına ruhuyla bağlıdır. Bedeniyle fiziksel insan cinsinin bir organıdır. Tiniyle daha yüksek bir dünyada varolur. Ruh ise, belirli dönemlerde bu iki dünyayı birleştirir."
-Varoluşun Sırrı
Avusturyalı bilge, bilim adamı, sanatçı ve eğitimci Rudolf Steiner (1861-1925) tarafından geliştirilen Antroposofi´nin, ana fikri dünya çapında ruhsal bir düşünsel evrime yönelir. Merkezi İsviçre, Basel yakınında Dornach´da bulunan Antroposofi Derneği´nin dünyanın birçok yerinde çeşitli şubeleri bulunuyor. Steiner´in çalışmalarından kaynaklanan öğreti, günümüzde çok daha pratik bir kullanım çizgisinde ve özellikle de sanat, bilim, eğitim, ziraat, tıp ve sosyoloji alanlarında uygulanıyor. Belirgin bir anlatımla "Antroposofi nedir?" sorusunun cevabını almak için Rudolf Steiner´in kendi anlatımını okumak daha yararlı olabilir; Teosofi, ilahi çizgiyi, antroposofi ise ilahiliğin insandaki varoluşunu simgelemektedir.
Steiner, "Theosophie" adlı kitabına filozof Fichte´nin şu sözleriyle başlar; "Öğretiyi anlayabilmek için, olağan insanın tanımadığı yeni bir dünyanın kapılarını açacak güçte, yepyeni bir iç duyu organı gerekiyor. Yalnız dokunma duyularıyla algılayabilen körlerden oluşan bir dünyayı düşünün. Bu insanlara renkleri, ışığı, gözün görebildiği herşeyi anlatmaya çalışın. Şanslıysanız, sözlerinize hiçbir anlam veremediklerini söylerler. Gözlerini açabilme yeteneğiniz yoksa kısa bir süre sonra boşa konuştuğunuzu anlarsınız." Ve Steiner devam eder; "Bu konular insanın gerçek varlığı ve amacıyla ilgilidir. Boşuna konuştuğunu anlayıp susanların tüm insanlık adına umutsuzluğa düşmeleri gerekir. Oysa, bu konulara iyi niyetle yaklaşanların gözlerinin açılabileceğinden bir an bile kuşku duyulmamalıdır. İçlerindeki gizli bilgiyi geliştirip, insanı gerçek varlığıyla kavrayabilen pek çok insanın konuşmaları ve yazmaları bu nedene dayanır ve bu yüzden de eski zamanlardan beri ´Gizli Bilgelik´ varolmuştur. Nasıl gören bir insan için renklerin varlığı kanıt gerektirmezse, Gizli Bilgelik´ de onu kavrayabilen için tartışılmaz gerçektir. İşte böyle bir insan kendi yüksek organını geliştirmiş kişilere, kanıt göstermek zorunda olmadığını bilir. Aynen Amerika´yı hiç görmemiş birisine, Amerika´yı anlatır gibi konuşur çünkü karşısındakiler Amerika´ya gittiklerinde aynı şeyleri göreceklerinden kuşku duymayan kişilerdir."
-Önyargılarla gölgelenmeden
Rudolf Steiner, insan algısının aşılması imkansız sınırları olduğu ve bu sınırları tanımayan hiçbir görüşün kabul edilmeyeceği yaklaşımına da karşı çıkar ve; "Kimsenin bilemeyeceği varsayılan şeyleri bildiği iddiasıyla ortaya çıkanlar, kibirlilikle suçlanırlar. Ama suçlamayı yapanlar, önemli bir noktayı görmezlikten gelirler. Daha yüksek bir algı için, insanın olağan kavrama yeteneklerinin bir gelişme göstermesi gerekir. Bu tür bir gelişmeden önce, algı sınırlarının dışında kalanlar, her insanın içinde gizli yetenekler uyandığında, sınırların içine girebilirler. O zaman da, insanlara algılarının ötesi neden anlatılmalı, sorusu sorulabilir. Söz konusu şeylerin farkına varmak için normalüstü yetenekler gerekmekle birlikte, bir kez farkına varılanın başkalarına da aktarılması da olanak dahilindedir. Mantığı açık olan ve sağlıklı bir gerçeklik duygusuna sahip herkes, söyleneni kolayca anlar. Böylece de, bu öğretiyle varoloşun ve insan yaşamının gizlerine doyurucu biçimde yaklaşabiliriz, yeter ki ön yargılarla gölgelenmemiş bir düşünme yeteneğine ve bağımsız bir gerçek duygusuna sahip olunsun."
-Varlığın ve varoluşun nedeni...
Steiner, öğretisini anlatırken gündelik yaşamın gereklerini ve ayrımın çizgilerini de vurgular; "Gündelik yaşamda olağan bilimlerle uğraşmak ruhsal dünyayı tanımaya engel değildir. İnsan bilimin çeşitli dallarından örneğin botanik, matematik veya zoolojiden hiçbirşey anlamadan insanlık görevini yerine getirebilir. Ama duyuötesi algının açıkladığı gerçek varlığa ve varoluş amaçlarına bir şekilde yaklaşmadan kişi, tam anlamıyla ´insan´ sayılmaz. Tanrısallık, insanın düşünebildiği en yüce şeye verilen addır. En yüksek amaç, tanrısallıkla bağlantılı olmalıdır. Bu nedenle ona gerçek varlığını ve varoluş nedenini açıklayan öğretiye ´Teosofi´ denir. İnsan yaşamının ve evrensel ruhsallığın gözlenmesi de "Ruhbilim" diye adlandırılabilir. Teosofi yüzyıllardır kullanılan bir tanımdır... İnsan dünya ile üç biçimde ilişki kurar; Birincisi insanın duyu orğanları yoluyla sürekli veriler gönderen, dokunulur, koklanır, tadılır, duyulur ve görülür nesnelerdir. İkincisi bu nesnelerin insan üzerinde bıraktığı izlenimlerdir yani bir şeyden hoşlanıp veya hoşlanmamaya, yararlı veya zararlı olmasına bağlıdır. Üçüncüsü ise, tanrısal bir varlık olarak kazandığı nesnelerle ilgili algılar ve varlıkların varoluş ve etkinlikleriyle ilgili gizlerinin açıklığa kavuşmalarıdır.
-Gördüğünüzün anlamını düşünün
Bu gerçek şimdilik olduğu gibi kabul edildiğinde, insanın öz varlığının da üç yönü olduğu görülür. Bu üç yön, beden, ruh ve tin diye adlandırılır. Burada beden, yukardaki örnekteki gibi insanın çevresini algılayan organdır; insan ruhuyla dünyayı kendi varlığına bağlar, hoşlanır veya hoşlanmaz, istek duyar veya duymaz, ya mutlu olur ya da acı çeker. Tin ise, Goethe´nin dediği gibi, kendisini dünyayı tanrısal bir varlık olarak gözlediği anda gösterir. İnsan bedeni, duyularıyla algıladıklarına akrabadır dıştaki etkin güçler içinde de etkindir. Bedenimizi dış dünyayı gözleyebildiğimiz gibi gözleyebiliriz. Ama ruhsal bir varlık için bu yöntem uygulanamaz. Zevk almak, almamak, mutluluk ve acı duyuları kişisel ve bedenseldir, bunu bir başkası algılayamaz. Ruhsal alan duyuların ötesindedir. İnsan bedenini herkes görebilir ama ruh kendi dünyasında saklıdır ve Tin sayesinde de dış dünya daha yüksek bir düzeyde algılanır. Dünya denen şey, insanın içinde de gizlerinden sıyrılabilir ama insan asıl tini aracılığı ile kendi dışına çıkıp, varlıkların seslerini kendisi için değil, onlar için önemli olanı duyar. İnsanın yıldızları seyrederken, duyduğu hayranlık kendisinindir. Tiniyle ve düşünceleriyle algıladığı yasalar ise yıldızlara aittir. İnsan üç dünyanın parçasıdır. Bedeniyle yine onunla algıladığı dünyaya aittir, ruhuyla kendi dünyasını kurar. Tiniyle, diğer ikisinin üstünde bir dünya açıklığa, aydınlığa ulaşır..."
-Steiner Sanat ve Mimari
Rudolf Steiner el sanatları/el işçiliği eğitimi ile sanatsal sezgi arasında bir işbirliği, dayanışma oluşacağını öngörerek öğrencilere gereklilik ve estetiğin bir bütün olarak günlük hayatımızda deneyimlenmesi gerektiğinin gösterilmesinin üzerinde önemle durmaktaydı. Alttaki sözler Steiner’in konuya bakışını biraz açmaktadır:
“Sanatın yaşamla bağının nasıl koptuğunu görüyor musunuz? … Günlük yaşantılarımızda etrafımızda sanat değeri olmayan şeylerle çevriliyiz. Sanat aldatıcı bir ilerleme sürecindedir ve sadece müzelerde olmaktan kurtulmalıdır. Günlük yaşantımızda etkileşimde bulunduğumuz nesneler, binalar mümkün olduğunca sanatsal güzellikten yoksunlar. Bu şekilde pratikte yaşamımızı sanatsal forma yükseltmemiz mümkün değil çünkü sanat yaşamdan kopartılmış durumda.
Steiner’in başlangıcını Waldorf okulları ile oluşturmak istediği yaklaşımın ilkelerini aşağıdaki sözlerinden daha iyi anlıyoruz. El sanatları eğitimi üzerine yaptığı bir yorumda şöyle diyor:
El sanatları ve ürün tasarımının başlangıç noktası nesnenin ne için yapılacağının belirlenmesidir. Bu amaç onun rengini ve formunu belirleyecektir… Her durumda nesnenin hayatta yerine getirmesi gereken amacının ne olduğunu dikkate almalıyız.(6)
Steiner bir konuşmasında mimaride de “ İçeride ne oluyor?” sorusunun sorulması gerektiğini belirtiyor. Yani binanın içinde hangi aktiviteler yapılıyor?(7) Bu aktivitelerin, bu fonksiyonların doğrultusunda mekânlar ve formlar oluşmalı. Okul binasının ve sınıfların insani gelişim sürecinde eğitim işlevini desteklemesi gerekir. Form fonksiyonu izler. En temel kavram budur. Günlük kullandığımız nesnelerden içinde bulunduğumuz binalara kadar pratikte etkileşimde bulunduğumuz her tasarım işlevine uygun olarak şekillenmelidir. Steiner bu ilişkiyi daha iyi tanımlayabilmek için ceviz ve kabuğu benzetmesini kullanır.
Cevizin bir dış kabuğu vardır. Bu kabuğun şekillenmesi cevizin yani içerideki özün kendisini oluşturan doğal kurallara uygun olarak gelişir. Öz olması gerektiği gibi oluştuğunda kabuğunun da farklı bir biçim almasını bekleyemeyiz. Mimarın görevi doğadaki dinamik süreçleri çok iyi anlamak ve binanın içindeki fonksiyonları değerlendirerek kabuğu yani binayı oluşturacak kuralları bulmaktır…
Waldorf pedagojisinin kurucusu Rudolf Steiner’in çalışmaları çağdaşlarının aksine kuramsal düzeyde kalmayıp, birçok ülkede Waldorf okullarının, özel ihtiyaçları olan insanlar için eğitim veren kurumların(Camphill yerleşimleri), antroposofik tedavi merkezlerinin, biodinamik tarım çiftliklerinin, bilim araştırma merkezlerinin ve sanat okullarının kurulmasına yönelik girişimlere temel oluşturmuş. Bu girişimlerin ideolojik ve mimari yapılanması da Steiner’in 20. yy. başlarında ortaya koyduğu temel olarak ruhsal tabanlı bilgi ve bu bilgiyi elde etmenin yolu olarak açıklanabilen ruhsal felsefesinin, Antroposofi’nin prensiplerine uygun olarak şekillenmiş ve günümüzde de şekillenmeye devam ediyor.
-Rudolf Steiner ve Antroposofi
Rudolf Steiner 1861’de bugün Hırvatistan olarak geçen Avusturya’nın Kraljevec şehrinde doğmuş. Viyana Teknik Üniversitesi’nde matematik, fizik ve kimya üzerine yoğunlaşarak ‘Doğa Bilimleri’ bölümünde lisans yapmasına rağmen doktorasını “epistemoloji- bilgi felsefesi” üzerine yapmış bir bilim insanı. Steiner’in insana dair bilgiye verdiği önemin temeli çocukluğundan gelen, var oluşun metafizik boyutu ile iletişim kurma yeteneği, duru görüsü ve etrafındaki canlı-yaşayan dünyaya karşı sahip olduğu sonsuz merakı. Doktorasını yaptıktan sonra edebi ve bilimsel çevrede ve Viyana’nın sosyal ve politik ortamlarında bir süre bulunmuş. 1890’larda Avrupa’nın o zamanki kültürel toplanma mekânı olan Weimar’da Goethe arşivinde çalışmış ve pek çok sanatçı ve düşünürle tanışma fırsatı bulmuş. 1899 ‘da Teozofi Derneği ile tanışıp dernekte konferanslar vermeye başlayan Steiner yaklaşık o tarihlerden itibaren psikolojik ve ruhsal olayların açıklanması için bir sistematik geliştirmek için bilimsel becerisini ve duru görü yeteneğini kullanmaya başlamıştı. Araştırmaları sonucunda geniş kapsamlı bir bilgi kaynağı ve bu bilgiyi elde etmek için gerekli düşünme, hissetme ve isteme disiplini olan Antroposofi’yi oluşturmaya başladı. Yunanca Antropos-insan ve Sophia-bilgi kelimelerinden oluşan Antroposofi kelime anlamı olarak şöyle çevrilebilir “İnsan doğasının bilgeliği” ya da günümüz için daha yaygın kullanımı olan şekli ile “kişinin insanlık bilinci”.
Antroposofi insanın içindeki ruhsal öğelerin evrendeki ruhsal olana doğru yönlendirilebilmesi için var olan bilgi yoludur.
Antroposofi, ruhani fenomenleri, doğa bilimlerinin fiziki dünyayı araştırdığı ve tanımladığı kesinlik ve açıklıkta araştırmayı ve tanımlamayı hedefleyen bir girişimdir. Terimin kökleri Yunanca anthrōpos "insan" ve sophia "hikmet" sözcükleridir. Steiner yaklaşımını "bilimsel metodoloji kullanılarak yapılan ruh gözlemleri" olarak tanımlamıştır
Yukarıdaki sözlerinden anlaşılacağı gibi Antroposofi insan ruhunun bilincine varmak için içsel bir yol öğretmekte. Çıkış noktası ise 20. yüzyıl başından itibaren kendini gösteren teknoloji ve bilime doğru olan yönelime karşı duyulan eleştirel bilinç. Her insanın içinde olan kendisini ve içinde yaşadığı dünyayı anlama arzusunun büyük bilimsel buluşlar ve teknolojik başarılar sağladığını kabul eden Steiner elde edilen sonsuz konu üzerindeki sonsuz bilgi ve açıklamanın çoğunlukla fiziksel olanla ilgili olduğunu ve doğal bilimin tek taraflı bakış açısını yansıttığını belirtmektedir. 20. yy. başlarında evrendeki her şeyin birbirleriyle etkileşime giren atomlar, moleküller ve maddeyi oluşturan diğer tüm bileşenlerle açıklanabileceğine olan inancın dünya algımızın etrafında döndüğü ”Ben” kavramı için yetersiz olduğu kesindir. Özgürlük, sevgi, güzellik, merhamet gibi değerlerden hiçbirinin maddi bir ölçümü olmadığını (örneğin 1 kilo özgürlük tanımı yoktur) ve deneyimlerimizle bir şekilde bu değerlerin fiziksel isteklerimizden daha önemli olduğunu biliriz. Örneğin yemek yemediği için midesi gastrik sıvı salgılayan ve bunun sonucunda acıktığını düşünen insan doğal olarak yemek yiyerek açlığını giderir. Ancak o sırada açlığını gidermekten daha çok değer verdiği bir işle (mesela yazı yazmak) uğraşıyorsa açlık duygusunu yok sayıp işine devam edebilir. Steiner’a göre ruhsal yaşantımızın ölçüsü bu değerlere olan açlığımızın daha maddesel kaynaklı tatmine duyduğumuz açlığa oranıdır.
İnsanın fiziksel varlığı ve fiziksel ihtiyaçlarının, bedeninin ihtiyaç duyduğu gibi doğru beslenmeye ve sağlıklı egzersize ihtiyaç duyan ruhsal bir muadili vardır ve bu durum onun doğasını ikili olmasından kaynaklanır. İhtiyaçlarımız ve güdülerimiz tatmin edilmek istenen fiziksel dünyadan kaynaklanır. Bu istekler ruhumuza nüfuz eder ve orada hissedilir. Bu şekilde ruhun içeriğini oluşturan uyaranlar iki kaynaktan beslenir: birincisi temel güdüler ve ihtiyaçlar aracılığıyla fiziksel dünyadan, ikincisi ise kendi özü(tin,spirit) aracılığıyla ruhsal dünyadan . Tin(öz,self) ve madde(beden) insan ruhu olarak adlandırılan ara bir bölgede buluşurlar. Bu orta alan psikolojinin de üzerinde çalıştığı alandır.
İnsanın ruhsal dünya ve fiziksel dünya arasındaki konumu
Steiner’in insana bakışı ve onu çok katmanlı bir varlık olarak değerlendirmesi kısaca şöyle özetlenebilir. İnsanın duyusal olarak algılanabilir kısmını Steiner Fiziksel Beden olarak adlandırıyor. Ölümden sonra veya bir uzuv koptuğunda ya da saç döküldüğünde“cansız” olarak nitelendirilen mineral dünyaya dönüşen fiziksel beden mineral beden olarak ta adlandırılabilir.
Fiziksel bedenin bir üst aşaması Eter Beden beş duyu ile algılanamıyor olmasına rağmen bu bedenin etkisi yaşam sürecimizin devamlılığında kendisini sürekli gösteriyor. Steiner varlığımızın bu kısmını yaşam bedeni olarak ta adlandırıyor. Eter bedenimizde fiziksel özelliklerimizi oluşturan güçlerin bilgisi-hafızası( bu beden için kullandığı üçüncü terim şekillendirici güçler) taşınır. Modern tıp tarafından gözlemlenebilen bağışıklık sistemi eter bedenin kendisini fiziksel dünyada hissettirmesidir.
Astral beden doğası itibariyle eter bedenden daha incedir. Bu kısım genellikle “ruh” ya da “ruhsal beden” olarak adlandırılır; Steiner bu bedeni dilekler ve istekler bedeni olarak ta tanımlamıştır. Eter beden bize yaşam vermektedir ancak istediğimiz nesnelere ulaşmamız için bize azim ve bilinç sağlayan astral bedendir. İstediğimiz şey yiyecek ya da barınak kadar basit bir şey de olabilir, dünyanın hâkimi olmak gibi daha karmaşık bir şey de olabilir ancak istek oluştuğu zaman aktif olan astral bedendir.
İnsanın kendi doğasını deneyimlemesine izin veren kısım ise Steiner tarafından “Ben” ya da “Ego” olarak adlandırılır. Herkes kendisinden “Ben” diye bahseder ama hiçbir zaman bir başkasını bu şekilde çağırmayız. Bu “ego” diğer üç beden tarafından kat kat örtülmüştür ve kendisini onlar aracılığıyla ifade eder ancak ifadesi güç bir şekilde tektir. Ruhsal doğamızı özünde ebedi ve ilahi kılan “Ben”in kendisidir.
Var oluşun fiziksel boyutu ile birlikte ruhsal ve tinsel boyutu ile bir bütün oluşturduğuna inanan Steiner’in görüşleri aslında şair ve oyun yazarı olarak bilinen ancak bilime katkısı yadsınamayacak çalışmaları olan, Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832)’ye kadar uzanıyor.
Ayrıca Bkz: Steiner Mimari
İlgili Makaleler için: Antroposofi
Rudolf Steinerin Türkçeye kazandırılmış bir çok eseri bulunmaktadır
Derlenmiştir
.